Ahmet İnam:
Ahmet İnam'a telefonda, bize verebileceği yeni bir kitabı olup olmadığını sorduğumda, "birkaç tane hazır kitabım var. Bunlan tenekeler içinde toprağa gömmeyi düşünüyorum. Ben öldükten sonra birileri bulsun okusun," diye cevap verdi. Oysa yayımlanmış 15 kitabı ve birçok makalesi var.
Ahmet !nam, 1947'de Sandıklı'da doğmuş. 1989'dan beri ODTÜ Felsefe Bölümü'nde profesör. Mantık, bilim felsefesi, kümeler kuramı, endüktif ve modal mantık, dil felsefesi, tarih felsefesi, ahlak, estetik, iletişim felsefesi alanlarında dersler vermiş, tez çalışmaları yapmış. 1994'ten bu yana "gönül felsefesi" adını verdiği bir arayışın içindedir.
- 15 kitabınız yayımlanmış. Ancak bunlara ulaşmak kolay değil. Sizce neden?
Türkiye'de okur, yayıncılar tarafından yönlendiriliyor. Hep dışardan çok ünlü kitaplan bulup çevirtiyorlar. Çeviri bombardımanı var. Ahmet İnam diye değil Alberto bilmem ne diye yazsaydım daha meşhur bir adam olurdum... Ama bir Türk için, bilmez bu adam diye düşünülüyor. Her zaman taşralı ve uzak görünüyorsunuz.
Entelektüel çevrelerimiz de çok kötü. Edebiyat dergileri belli yayınevlerinin, belli anlayışların tekelinde. Eleştirmenler öyle, seçilen kitaplar öyle. Eleştirmen var mı, o da ayrı soru.
- Bütün bu olumsuzluklara rağmen yazmayı sürdürüyorsunuz.
Evet, ben çok yazıyorum. Yazılarımda tekrarlar olduğu söylenir. Tekrar güzeldir; sabrı ve bekleyişi olana. Fenomenolojide de, felsefede de kullanılan bir yöntem bu. Bir kalemi anlatıyorsunuz. Kalemi bir kez anlatıyorsunuz. Sonra o anlattığınızı gözden geçirip bir kez daha anlatıyorsunuz. Sonra onu gözden geçirip bir kez daha anlatıyorsunuz. Her anlattığınızda tekrar gibi gözükse de yeni bir şey çıkıyor. Dolayısıyla kalemi 500 defa anlatırsanız 500 kalem ortaya çıkıyor. Görmeyen göz der ki 500 defa kalemi yazmış, oysa gören göz için sürekli olarak yeni bir kalemdir o.
Ben tasarlayıp yazan biri değilim. Yaşayarak yazan biriyim. Yaşamadığımı zaten yazamam. Kafamda bir plan yapıp önce şunu yazayım sonra şunu yazayım değil. Birisi bir yazı istemiştir, birisi bir kitap hazırlıyordur, sen de bir yazı yaz demiştir veya ben bir şeyden duygulanmış yazmışımdır. Eğer yaşama yoğunsa yazma da yoğun oluyor. Sık yazmak yoğun yazmak mıdır, onu bilmiyorum ama yoğun yaşadığımı söyleyebilirim. Yazdıklarımın da onun uzantısı olduğunu düşünüyorum.
İnsanın hayatı bir yazıdır sonuçta. Ben bir kitabım. Her insan da bir kitaptır. Bir sürü kitapta paramparça kendinizi buluyorsunuz. Bütün bu yazdığınız 15 kitaba dağılmış, kimisi kaybolmuş, kimisi dizgi yanlışlarıyla çıkmış. Tasavvufta bir ayna vardır. Parçalarının her biri kâinatın bir yerini gösterir. Ben insanın çok benli olduğu na inanırım. "Self dediğiniz şeyde bir sürü self vardır. Hekimler ona şizofreni diyebilir. Ben bunun yaşama zenginliğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sürekli olarak yazmak şöyle bir duygu uyandırıyor: Sözüm bitmedi daha. Bu dünyaya anlatacak sözüm var. Ve yazdıkça hâlâ içimizde bir şeylerin kaldığını, bitmediğini düşünüyorum. Büyük olasılıkla, öyle tahmin ediyorum ki, ölürken de hâlâ, "kitaplarım vardı. Allah kahretsin," diyeceğim. Belki mezar taşıma "rahmetlinin birkaç kitabı daha vardı, ömrü vefa etmedi," diye yazacaklar.
Çok yazmada elbette tekrarlar olur. Benim yazdığım yazılarda da vardır. "Ya, bu adam aynı şeyi çevirip çevirip söylüyor" diyenler olabilir. Benim savım öyle olmadığıdır, öyle gören okurun incelikleri göremediği gibi bir kuruntum var. Bu kendimi savunmak üzere uydurduğum bir şey mi qdir, yoksa gerçekten öyle midir, onu bilemiyorum. Buna okur karar verecek. Ben zırhsız bir adam olduğumu düşünüyorum. Ben çıplak dolaşıyorum. Bir akademisyen olarak kara cüppemi giyip "ben bir hocayım," diye dolaşmıyorum veya "ben bir babayım, kocaayım, evladım," diye dolaşmıyorum. Savunmasız ve olduğum gibi kendimi göstermeye çalıştım. Ne kadar becerebilir insan bunu? Böyle olduğum için çok yaralandığımı da düşünüyorum. İnsanlar hep maskelerle ve zırhlarla dolaşıyor. Çıplak olduğunuz zaman örseleniyorsunuz. Ama örselendikçe yazı çıkıyor. Yani her yazı bir örselenmenin sonucudur. Ve iyi de oluyor. Sonuçta örselenmiş, mıncıklanmış, sıkıştırılmış, bedeni bir sürü çürük ve yarayla dolu bir insan oluyorsunuz. Fakat ortaya koyduğunuz, çıkarmaya çalıştığınız şey de o kadar artıyor. Büyüdüğüm zaman -henüz çocuk olduğumu düşünüyorum- özetleyeceğim. "Peki ne söylüyorsun. Sadede gel," derler ya... Ama henüz çocuk olduğum için ne yaptığıma çok aklım ermiyor. Onun için özetleyemiyorum.
Çok çeşitli alanlarda yazıyorum. Sebebinin de şu olduğunu düşünüyorum: Ben edebiyatla başladım. Mühendislik okurken edebiyat eleştirisiyle başladım, şiirle başladım. Sonra işte bilim eğitimi ve yoğun bir mühendislik eğitimi geldi. O bakımdan da hocalarıma gerçekten şükretmem gerekir. Amerika'da yeni doktoralarını yapmış canavar gibi adamlardı. Bizim iflahımızı kestiler. Yani mühendislikte aldığım eğitimin katkısını hiçbir zaman unutamam. Çünkü hala palavracı bir yanım var, eğer mühendis olmasaydım müthiş palavracı olurdum. Mühendislik budadı bizi. Kalanlarla palavrayı sürdürüyorum .
Bende başta edebiyat bilgisi, bilime olan ilgi ve felsefeye giriş, hepsi bir arada yürüdüğü için çok değişik alanlarda konuşmak durumunda kaldım. Ama hepsinin birleştirdiği bir şey var, o da Türkiye'de yaşayan, ne bileyim kabak kafalı, bıyıklı bir adam türüdür, yani içimizden biridir, bir insandır. Bütün o yazılar bir insanı bütünlüyor diye düşünüyorum. Yani darmadağın değil.
Benim şanssızlığım şu: Çok farklı dergilerde ve farklı zamanlarda yazdığım, farklı yayınevlerinden kitap çıkardığım için hiçbir okur beni derli toplu görme durumunda değil. Yani her biri bir parçamı biliyor. Dolayısıyla bu adam kimdir, bunu kimse bilmiyor. Ben de bilmiyorwn. Onun için çok yazıyorum, bakayım ben kimmişim diye. Yazı bir kendini keşiftir.
Ama bende iş var mı yok mu, bilmiyorum. Belki bunların hepsi palavradır. Öyle de olsa, "rahmetli palavracıydı," desinler. 35 kitap yazdı, hiçbiri beş para etmez diyebilirler.
- Sıkça ölümden söz ediyorsunuz.
Evet, beniın ölümden ödüm kopuyor. Edirne'de bir psikiyatri kongresindeydim. Orada bir arkadaş "ya hoca, sende amma ölüm korkusu var," dedi. İşte ölmeyeyim diye yazıyorum. Edirne'de yaptığım konuşma ölüm üzerineydi. Psikiyatristlere dedim ki, hepimiz bu 'ölüm' sözcüğünü yanlış kullanıyoruz. Biz aslında doğduğumuz zaman öldük, yaşlandıkça yani yaşadıkça doğuma doğru gidiyoruz. Sebebi de şudur: Şimdi ben doğmadan önce ölüydüm. Ve dolayısıyla ölümden geliyoruz. Ölümden doğuma doğru gidiyoruz. Çünkü yaşadıkça bendeki olanaklar, kullanmadığım imkânlar gitgide kullanılmaya başlıyor ve benim aç parantez kapa parantez öyküm tamamlanıyor. Ben tabutuma girdiğim zaman doğmuş oluyorum. Bitti o zaman ve doğdum. Yani ben ölmüyorum, ben doğacağımı düşünüyorum. Onun için henüz doğmadım. Doğmadığım için de henüz kim olduğumu bilmiyorum. Ve ölünce de bilemeyeceğiın. Çünkü doğunca insan kendini bilemiyor.
Doğduktan sonra başkaları sizin hakkınızda bir şeyler söyleyecek. Yani sizi okuyanlar, sizi ananlar. Artık kimse sizi anmaz olunca bir daha ölınüş oluyorsunuz. Sizi okuyan oldukça her okurla yeniden doğuyorsunuz. Bir tarafınız doğuyor belki, sizin şiirinizi okumuşsa şair tarafınız, matematik kitabınızı okumuşsa matematikçi yanınız.
- Biraz da felsefe eğitiminden söz edelim isterseniz...
Felsefe eğitiminden, akademik olarak bizlerin yaptığı eğitimi anlamıyorum. Biz profesyonel insanlar, felsefeci denen, "felsefe bölümü mezunudur" diye diploma verdiğimiz insanlar yetiştiriyoruz. Aslında bu beni üzüyor. Belli kredide belli sayıda dersler alınca insan felsefeci diye, bir yerden mezun oluyor. Gayet anlamsız bir şey. Felsefe eğitimi demek felsefî duyarlılığı, felsefî bakışı ve felsefece yaşama eğilimi ve tutuku olan insanların yetiştirilmesi demek. Bunu yaparnıyoruz maalesef. Ve profesyoneller, kurnaz insanlar, iş bilen insanlar yetiştiriyoruz. Felsefe eğitimi eğer bir yaşama bilgisi veya yaşamaya hazırlık eğitimi gibi anlaşılırsa anlamlıdır diye düşünüyorum. Yani bilgelikle birleşmiş bir felsefeden bahsediyorum. Bu bilgelik de çağımızda maalesef ticarete dökülen bir şey, yani 10 derste yoga sanatı, 20 derste stresi nasıl atarsınız diye birtakım teknikler öğretiliyor. Halbuki felsefe öncelikle tekııiklerle öğrenilecek bir şey değildir. Bir tutum ka zanma işidir, bir tavır kazanma işidir ve bu da usta çırak ilişkileriyle öğrenilir. Yani tasavvuftaki mürşit-mürit ilişkisi gibidir. Bir ustanın yanında sorunlar tartışılır. Mesela Platon'un Akademia'sı, Aristoteles'in Lykeion'u -sonradan 'lise' olarak geçmiş Batı dillerine-, Epikür'ün bahçeleri, Stoa okulunun mekânları. Bir mekânda birlikte yaşayan, gece gündüz tartışan, sadece düşünce olarak değil duygu olarak yaşamayı öğrenen insanlar. Felsefenin sadece düşünceyle yapılan bir iş olduğunu sanmıyorum. Felsefe duygularla da yapılan bir iştir. Duygular çok önemli, duygularımızla yüzleşmek, zayıflıklarımızı keşfetmek, zayıflıklarımıza anlam vermek. Çünkü felsefe yapmak anlamlarla yaşamaktır. Eskimiş anlamları atıp yenileyebilmek, tazeleyebilmek demektir. Maalesef bu akademik çerçeve içinde öğrenilmiyor. Umarım günün birinde belki eski Yunan'da olduğu gibi veya ondan farklı bir biçimde felsefe yaşayan insanlar olacak. Tabii ne idüğü belirsiz, kendinden menkul birtakıın şeyhlerin yönettiği tarikatlar biçiminde de olmayacak, soğuk akademik ortamlar da olmayacak. Felsefenin dinden ve belki de tasavvufî yaşamdan farklı bir yanı vardır, felsefeci hınzırdır. Çünkü hayatın zayıflıklarını, çıkmazlarını görmeye çalışan ve bunu da tartışırken karşısındakinin yüzüne vuran kişidir felsefeci. Tasavvufta bunu yapamazsın. Makamlar vardır, adap vardır. Biz ustamızın illahını kesebiliriz. Usta da zaten bizden bunu ister, çünkü darmadağın etmede biraz felsefî yaşamanın getirdiği bir şeydir. Bu nedenle kim usta, kim çırak belli değildir felsefede. İyi bir usta iyi bir çıraktır. Her zaman çırak kalabilen biridir.
Şunu da söylemek gerekir, felsefe herkese gerekli bir şey değildir. Yani biraz şakayla söylersek, felsefeden kuş çıkmaz. Büyüsü yok, sihiri yok... Felsefe, felsefî kaygısı olan, duyarlılığı olan insanlar için anlamlı bir şeydir. Böyle bir kaygı ve duyarlılık taşınmıyorsa, felsefe bir şey veremez. Bazı insanlar var ki çok erken yaşlarda bu kaygıyı taşımaya başlıyorlar. Kavramlarla ilgili, hayatın anlamıyla ilgili kaygıları oluyor ve ileri yaşlarında da böyle kaygılara sahip oluyorlar. Eğer böyle bir kaygı ve duyarlılık taşıyorsanız -sadece kaygı yetmiyor, bir de felsefî sorunlara ve felsefî kavramlara duyarlı olmanız lazım-, eğer böyle bir yeteneğiniz varsa, o zaman felsefenin şifa olabileceğini düşünüyorum ben. Son zamanlarda yazmayı düşündüğüm yazılardan birinin başlığını hep kafamda taşıyorum, o da, "bir şifa olarak felsefe". Benim için felsefe şifadır ve şifa olmalıdır. Maalesef akademik hayat ona izin vermiyor. Bunu yazdığım zaman birçok meslektaşım bıyıkaltından gülecek. Ben böyle laflar ettiğimde, "felsefeyi ayağa düşürüyor, teknik felsefe yapmıyor, günlük dille felsefe yapıyor," diyorlar. Günlük dilde felsefe yapabilmek teknik dille felsefe yapmaktan daha zordur. Felsefe insanın hayatıyla yapılan bir şeydir, kitaplarla yapılan bir şey değildir. Yani nasıl yaşıyorsanız öyle bir şey çıkar ortaya, dolayısıyla insanın kendisiyle yüzleşmesini isteyen bir şeydir. Oysa bakıyorum, çok akademisyenin böyle bir kaygısı ve niyeti de yok.
- Onun için mi bizde felsefeci yok?
Hayır, öyle olduğunu sanmıyorum. Geleneği olmadığından olabilir. Bu yüzleşme işini Batı'da da çok yapan yoktur. Yani Batı'da yapılan teknik ve memur tipli bir felsefedir. Hoca elinde bir sürü kitapla sınıfa gelir ve onlardan bir şeyler okur. Ve öğrenciden de belli kalıplara göre şeyler yazmasını ister. Sınıftan çıktıktan sonra da unutur her şeyi. Halbuki felsefe yaşanacak bir şey, sınıfta kalan bir şey değil. Yani biz burada metafor yapabiliriz. Bizde felsefe sınıfta kalıyor. Hem sınıfta başarısız olduğu için kalıyor, hem de sınıfın duvarları içinde kalıyor. Halbuki onu sınıftan çıkarmak lazım. Felsefeyi sokağa çıkarmak lazım. Felsefe kaldırımda dolaşacak, köprü altında yatacak, şarkı söyleyecek. Bu çok kötü bir şey değil, ayağa düşürmek değil. Hayatın içine katmak Bu anlaşılmıyor. Akademik insanın o kibrinden kurtulması ve arınması gerekiyor. Felsefe kimsenin tekeli altında değildir.
Felsefe bizim kültürümüzde farklı bir görünüşe sahip olacaktır. Bu tasavvufî birikim boşa mı gidecek? Müthiş bir geçmişimiz var bizim. Dolayısıyla bu geçmişle birleşecek bir felsefe, bize özgü bir felsefe olacaktır.
Ben hayatımızın çok zengin olduğunu düşünüyorum. Öyle garip şeyler yaşıyoruz ki Türkiye'de, biz farkında değiliz. Bir Amerikalının, bir Almanın, bir Fransızın hiçbir zaman hayal edemeyeceği olaylar geçiyor başımızdan. Fakat biz bunları takdir edebilecek güce ve bilince sahip değiliz. Onun için bunları yazıp dünyaya anlatamıyoruz. Olağan geliyor, sıradan geliyor. Halbuki bunlar sıradan değil, yaşadığımız birçok şey olağanüstü ve çok heyecan verici. Farkında olmadığımız için kendi hayatımızı yazamıyoruz. Bugün dünya edebiyatında, diyelim ki dünya sosyolojisinde, dünya felsefesinde Türklerin çok büyük bir katkısı gözükmüyor, Türkiye'deki hayatın bir etkisi gözükınüyor. Bizim dünyaya anlatacak çok şeyimiz var. Bizim kuşak bunu başaramayacak ama bizden sonra gelenler veya ondan sonrakiler bizim bu yaşadıklarımızı ve farklılıklarımızı dünyaya anlatabilecekler.
Dünya kültüründe bu toprağın insanlarının da katkısı olacağına inanıyorum. Olmazsa sanki bir haksızlık olurmuş gibi. Çok şeyi aştığımızı düşünüyorum. Biz geriyiz, bizim dilimiz gelişmemiş, bizde bilim yok, bizde düşünce yok, bizde edebiyat yok filan denir. Ben öyle olmadığını düşünüyorwn. Bizde helva yok.
Bunu söyleyince akademik felsefeciler şunu der: Bunun felsefeyle ilgisi yok, bu bir yaşam biçimidir. Felsefenin tıpkı fizikte olduğu gibi, matematikte olduğu gibi teknik sorunları vardır. Mesela paradokslar vardır. Felsefe de şu paradoksların çözümüdür. Bir matematik probleminin çözümü gibi çözümler isteyen sorunlar vardır, profesyonel felsefeci bunların peşinde olmalı.
Felsefe problemlerinin böyle çok iç bayıltan, can sıkan yanları vardır. Bizim eğitimimizde bu problemleri coşkuyla yaşayabilmek yoktur. Biz matematik problemiyle Galatasaray kazandığı zamanki coşkunun çok ayrı şeyler olduğunu düşünürüz. Oysa bu coşkular çok farklı değildir. Böyle bak tığımızda matemarikle dans edebiliyoruz. Bir problemi çözemediğimizde sanki bir yaşam probleminin çıkmazıyla karşılaşmışız gibi hayatımızın bir parçası yapabiliyoruz onu. İşte o zaman sanıyorum matematiğe özgün katkılarda bulunabiliriz.
Bizim bir matematik hocamız vardı. Her şeyi biliyordu. Kitaptaki bütün soruları nasıl çözüyor bu adam diye şaşırırdım. Sonra matematik hocası oldum günün birinde. Öğretmenler odasına girdim ki, hepsi ezberliyor. Oysa öğrenci, tahtaya geçip orada matematik problemini deneyecek, olmadığında bir daha deneyecek bir öğretmenden çok şey öğrenebilir. Öğretmen, "çocuklar bunu çözemedim, akşam biraz daha uğraşıp geleyim," diyecek. Bu o kadar öğretici bir şey ki bir genç için.
- Diğer sanat eğitimlerinde de benzer problemler var sanıyorum.
Bir küçümseme var. Keman öğrenecekseniz ıstırap çekmeniz lazım, inim inim inleyeceksiniz anlayışı var. Istırap çektirerek öğretmek bir teknik midir? Bunu şen şakrak öğretınek varken... Öğrenciye öyle bir aşk ver ki, yeteneği az olsa bile adam saatlerce uğraşsın, yay tutmayı öğrensin, onunla mutlu olsun.
Bizim ülkemizde çok farklı felsefeci tiplerine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunlar felsefeci değildir diyenler için de, bunlar felsefecidir, hayatı yaşayan, hayatıyla düşünen insan felsefecidir, diyorum. İşte Sokrates böyle biridir. Yapacağımız çalışmalarda yol gösterecek biridir. Aristoteles değil, Platon da değil, Sokrates bizim babamız, pirimiz, üstadımız olabilecek biridir. Aristoteles ne yaptı, bütün bilimlerin dökümünü yapmaya çalıştı. Sokrates'in sorduğu temel soru ise, ahlak sorusudur, nasıl yaşayacağım sorusudur, iyi nedir, güzel nedir sorusudur. Bizim bu alanda insanlığa söyleyecek sözlerimizin olduğunu sanıyorum.
Bizde felsefe alanındaki sorun şudur: Kültürümüzü iyi bilenler, tasavvufu ve geçmişi, İslamı çok iyi bilenler Batı'yı bilmezler. Batı'yı bilenler de bizim geçmişi bilmezler. Dolayısıyla bu ikisini de kucaklayabilmiş, bizim kültürümüzü, birikimimizi, geçmişimizi Batı'nın anlayabileceği şekilde ve o dille anlatabilecek insanlara ihtiyaç vardır. Yalnız bu kolay olmuyor, çünkü bir kültürün felsefesinin gelişmesi birdenbire olmaz, zaman gerektirir. Onun için ben 50-100 sene içinde, eğer kıyamet kopmazsa bu arada, bu topraklardan çok özgün insanların çıkabileceğini düşünüyorum. Kendimi de bir merdiven olarak görüyorum, omuzlarıma birileri basacak ve çıkacak diye düşünüyorum.
- Kendinizi "gönül felsefesi"yle uğraşan biri olarak tanımlıyorsunuz. Gönül felsefesini biraz anlatabilir misiniz?
Gönül felsefesi ile ilgili çok şey yazmadım daha. Eğer yaşarsam bir 10 sene sonra yazmaya başlayacağım.
- 'Gönül' tasavvufu çağrıştırıyor. Tasavvufî bir bakıştan söz edebilir miyiz?
Ben dindar biri değilim ama tasavvufî bir bakışım vardır doğrusu, ancak kültürün bir parçası olarak. Yapmayı düşündüğüm felsefe kesinlikle biziın dilimizden çıkacak, türkülerimizden, masallarımızdan , bilmecelerimizden, şarkı sözlerimizden çıkacak. Bize dair bir şey olacak. Gönül, bize özgü, kolay kolay da başka dile çevrilemeyen bir kavramdır. Fakat bunu nasıl yapabileceğim konusunda kafam şu anda net değil. Gönül felsefesi yaşayarak yazacağım bir felsefe. Ve başıma ne geleceğini şu anda bilmiyorum. Başıma gelenlere göre şekillenecek, yaşayan bir felsefe olacak. O yüzden ilkeleri şudur, böyle bir doğrultudadır diyemiyorum.
Bu konuda birkaç sezgim var, onları söyleyebilirim. Gündemimdeki konulardan biri bizim türkülerimizi analiz etmek. Nota öğrenmeye başladım. Biraz da ud dersleri alıyorum. Bizim makamlardan, nota sıralamalarından elde edilmiş bir çözümleme yöntemiyle, hayatımıza dair olan şeyin ne olduğunu çıkarabilmek... Bu nasıl yapılabilir? Mesela bizdeki duygu durumlarının, duygu yaşantılarının çözümlenmesi... Bunlardan biri hüzündür. Hüzün nasıl bir yaşantıdır ve Osmanlıdan bu yana bu topraklardaki insanlar hüznü nasıl yaşamışlardır? Mahzun olmak nasıl bir şeydir? Hicran ne demektir? Bizim şarkılarımızda çok sık geçer hicran. Bunların hepsinin felsefî ve ontolojik anlamları olduğunu düşünüyorum. Yani bütün bu kültürel mirasımızı felsefî açıdan yeniden okumak gerekiyor. Ve işte bu çabaların hepsine "gönül felsefesi" diyorum. Bu genel, büyük çerçevelerle yapılacak bir felsefe değil. Ufak ufak bir mani çözümlemesi, bir türkü analizi, hayatımızda geçen bir durumun, bir insanın anlatımı. Bu bize dair bir öyküdür. Biraz felsefe diliyle anlatilmaya çalışılan bir öykü... Belki ileride biri bunu Batı dillerine çevirdiği zaman Batılının da öğreneceği bir şey olur.
Işık Tabar Gençer, Virgül Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, sayı: 33, Eylül 2000
Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair kitabını incelemek için tıklayın.