Bir Müzikçinin Dersleri Üzerine

Ülkemizde şiir meraklılarının büyyükçe sayılara ulaşmış olduğu söylenebilir sanırım. Kimileri bunu şiir sanatının bizde köklü bir geçmişi olduğu nedenine bağlar; ama ben hiç de o düşünceden yana değilimdir. Divan şiiri unutulmuştur, bilinmez, bilinse de onunla yeni şiirimiz arasında kurulacak ilişki konusu çok tartışma götürür. Ben eskiden "münevver" denilen kişilerin neden şiir okuduklarını aşağı yukarı kestirebiliyorum da, şimdiki "aydın"larımızın yeni şiirimizi nasıl bir anlayışla değerlendirdiklerini bir türlü açıklayamıyorum. Şiire bakmasını bilmek beceri ister.

Resim alıcılarının son yıllarda birden artıvermesi de beni benzer sorulara sürüklüyor. Resme nasıl bakıyorlar bu yeni alıcılar, bir resmin güzelliğini hangi ölçülere vurarak ortaya çıkarmaya çalışıyorlar, bilemiyorum bir türlü. Çünkü bizde şiirin de, resmin de, yonutun da estetiği üzerine yazılmış pek az yapıt vardır ve bunlar sanat alıcısının yetişmesi, beceri kazanması bakımından yetersizdir.

Özellikle İstanbul Festivali günlerinde konser salonlarını dolduran müzik-severlerimizi gördükçe derinden kıvanacak oluyorum; ama derdemez o soru gene takılıyor aklıma:"Kimbilir nasıl dinliyorlar? Ne anladıkları sanıyorlar? Yoksa müzik dinlerken birtakım anılara mı kaptırıyorlar kendilerini?" diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

Yeni bir kitap, Anton Webern'den Ali Bucak'ın dilimize çevirdiği "Yeni Müziğe Doğru" adlı kitap bana bunları bir daha düşünmek olanağı verdi. Anton Webern (1883-1945) Schönberg ve Alban Berg ile birlikte "on iki nota müziği" diye bilinen yeni müziğin öncülerinden bir Avusturyalı besteci. Adını verdiğim kitap, ünlü bestecinin 1932-1933 yıllarında müzik-sever gençlere verdiği özel derslerden derlenmiş. Elbette yeni müziği anlatmak, açıklamak amacına yönelik dersler bunlar, ama bu arada özellikle başlarda, müziğin nasıl bir sanat olduğu, ondan ne anlanması gerektiği... gibi konularda ilginç görüşler ileri sürülüyor. Bunların ayrıntısına girmeden önce Webern'in müzik dinleme ile ilgili şu sözlerini birlikte okuyalım:

"O halde insanlar müziği nasıl dinliyorlar? Herhalde bazı görüntüler ya da ruh durumları yakalayarak. Eğer yeşil bir tarla, mavi bir gök ya da benzeri bir görüntü düşünemezlerse o zaman olay onların bilgilerinin dışında kalıyor. Şimdi beni dinlerken mantıksal bir düşünce zincirini izliyor olmalısınız. Oysa dediğim türden bir kişi notaları izlemez..."

"Yeni Müziğe Doğru" adlı kitapta toplanmış konuşmalarında Anton Webern, sık sık müziğin doğal bir yasaya dayandığını söz konusu ediyor. Önemli, açılması, daha anlaşılır kılınması gerekli bir konu gibi geldi bana. Webern bu "doğal yasa" deyimini kullanırken Goethe'ye dayandığını açıklayarak, onun renk kuramına değiniyor: Renkleri sadece algılamamız değil, onarın güzelliğini de duyumsamamız da doğanın renk yasalarını anlamamıza bağlıdır; demek sanat, genel olarak doğanın, özelde insan doğası biçimi ile oluşturduğu bir üründür. Daha da açarsak şu anlam çıkıyor bundan: "Doğanın bir ürünü ile sanatın bir ürünü arasında bir fark yoktur. Bunlar aynı şeydir, sanatın bir ürünü dediğimiz, genel olarak doğanın bir ürününden başka bir şey değildir."

Bu tür bir sanat anlayışı Estetik'in ortadan kaldırılmasını sonuçlandırı ve Webern bunu açıkça söylüyor. Burada Estetik'in savunmasına girmeye niyetli değilim; fakat sanatı doğa yasalarının insan kişiliğinde algılanışı biçiminde tanımlamadan yana olabileceğimi de pek sanmıyorum. Bence sanatın doğa ile ilişkisi böyle bir yasa ortaklığı durumundan çok daha değişik biçimlerde gerçekleşir. Işığın (rengin) yasaları elbette ressamın kullandığı veriler arasında sayılmalıdır, ama yaratıcılık bu yasaların doğrudan uygulanması ya da bu yasalara sadece uyulması ile gerçekleşemez. Sanat, doğaya eklenmiş insan demektir ve insan doğanın bilincidir. Ama böyle bir tartışmaya dalmanın burada hiç de yararlı olacağını sanmıyorum, çünkü Webern'in söylediklerinin çok daha başka anlamlar taşıyabileceğini düşünüyorum: "Doğadaki düzenlilik kurallarını nasıl anlıyorsanız, sanattakileri de öyle anlayın" diyor. Bunu eğitici bir söz olarak değerlendiriyorum; fakat onun "Diyatonik dizi icadedilmedi, keşfedildi" demesi konuyu yeniden karıştırabilecek gibi görünüyor. Ansiklopedide Diyatonik için şöyle denmiş: "Diyatonik sistem, beşliler çevriminin ilk yedi sesinden elde edilen notalara göre kurulmuştur. Birbirini izleyen bu notalar ya olduğu gibi kalır ya da çeşitli etkiler sonucu, ilk anlamlarından uzaklaşmaksızın hafifçe yer değiştirir." Sonra şu sözler eklenmiş: "Pratik bakımdan diyatonik yarım ses, adları ardarda gelen iki notadan doğar." İmdi, bu bilgiler karşısında belli bir müzik dizgesinin icadedilmeyip keşfedildiğini öne sürmek, müziğin dizge olarak doğada var olduğunu söylemek demektir. Doğadaki düzenlilik yasasının sanatta da aranması gerektiği savını anlıyorum da, sanat yasalarının sadece bir yansıma sayılmasını benimseyemiyorum. Armoni ile melodiyi (yatay ve dikey eksenleri) birarada ele almayıdoğal yasa gereği saymak benim için çok güç.

"On iki nota müziği" ya da bizdeki yaygın adıyla "On iki ton müziği" konusunun hatta müzik-severler arasında bile derinliğine bilindiğini pek sanmıyorum. Bizdeki birinci kuşak denilen müzikçiler, besteciler, bir tür Türk müziği kurma ereğine yöneliktiler (Tema milli, teknik Avrupai formülü, Zİya Gökalp'ten kalmadır.) Onlardan sonra ortaya çıkan kuşakta ise, "On iki ton"cular belirdi. Bunların en ünlüsü İlhan Usmanbaş'tır. Şimdi yerinde yeller esen o güzel "Çağdaş Eleştiri" dergisinin 6. sayısında Adnan Benk'in İlhan Usmanbaş'la ilginç bir konuşması çıkmıştı. Benk şöyle soruyordu: "Senin besteciliğe başladığın yıllarda, senden önceki kuşak bizde Batı müzik geleneğini sürdürüyordu. Ne oldu da sen ve senin kuşağından bazı sanatçılar bu gelenekten koptunuz? On iki ton müziğine dizisel, ton dışı ya da rastlantısal müziğe yöneldiniz?" (Adnan Benk'in buradaki "rastlantısal" sözünü, Webern'in doğa yasası kuramı ile biraraya getirirsek, doğada düzenlilik gibi rastlantıya da inanmamız gerekecek. Ben de bu kanıdayım.)

İlhan Usmanbaş'ın yanıtı şu: "Dünyaya kapanmamak için." Ama bundan sonra çok şyerinde olarak asıl tartışma baylışor. Bizim müziğimize getirlmiş yenilik ile, genel olarak müzik sanatına getirilen yenilik arasındai anlam ve değer ayrımı. Gerçekten de müzikte müzik sanatına getirilmiş yenilik söz konusu edilmelidir. adnan Benk'in görüşü de buydu. "Bize göre yenilik" ise havada kalacaktır ister istemez. Burada bizi konumuz açısından ilgilendiren bir sorun da, Batılı müzisyenin (Burada Webern'in) on iki tonu doğada bulmuş olduğunu söylemesi, bizimkilerin ise onu gidip Webern'den almalarıdır.

Konuşmalarında "müzik dili" konusunu sık ele alan Webern, bununla konuşma dili arasında koşutluklar kurduğu izlenimini de uyandırmaktadır. Kitabı okuyacakları şaşırtmamak için açıklamak gerekiyor ki, müzik dili, konuşma dilimizin anlamına benzer bir anlam taşımaz. Oysa bu yanılgıya düşenler çoktur. Daha da aydınlatıcı olmak için, müzik dilinin bir "anlam"ı bulunmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Beğenimizi, müziğe müzikle ilgisi olmayan bir anlam yakıştırarak kurmak, yanlışların en büyüğü olur. Şiirde, konuşma dilinin anlamını, resimde doğanın gerçekliğini arayarak düşülmektedir bu yanlışlığa. Şiiri, resmi, müziği anlamak değil, yaşamak, yaşantımıza kazanmaktır söz konusu olan. Anlam hiç kalır bunun yanında. Ayrıca "anlam" sözcüğü bizi rilin "anlamı"na hapsetmektedir ister istemez.

Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet, 5 Eylül 1986

Yeni Müziğe Doğru kitabını incelemek için tıklayın.

 

Kapat