Ece Ger: Bu hikaye Agnes Varda’ya ve sinemasına adım adım yaklaşma yolculuğum
Agnes Varda, sinemayı bir sanat dalı olmanın ötesine taşıyan, hayatın sıradan detaylarını büyüleyici bir şölene dönüştüren bir isim. Varda’nın dünyası, gündelik hayatın içindeki büyüyü yakalama becerisiyle sinemaseverler için derin bir keşif alanı sunar. Tolga Yalur’un Ten ve Hafıza: Agnes Varda kitabında yazdığı gibi “Godard'ın filmlerinde geçmiş, yüktür. Varda'nınkilerdeyse zenginlik.” Yönetmen Ece Ger’in Pan Yayınları’ndan çıkan Nasıl Oldu da Agnes Varda’yla Tanışamadım kitabı da, bir sinema öğrencisinin Varda’ya olan hayranlığı ve onun dünyasına adım adım yaklaşma hikâyesini anlatıyor. Varda’yla tanışamamış olmanın yarattığı keşif duygusu, kitabın ana hatlarını oluşturuyor.
Ece Ger’in Nasıl Oldu da Agnes Varda’yla Tanışamadım kitabı, Varda’nın sinemasının izinden giderek, sonuca değil, sürece odaklanan bir anlatı sunuyor. Sondan başa doğru ilerleyen metin, zaman yolculuğu tadında kişisel bir sorgulama sunuyor. Feminist bir eleştiri eksikliği, bazı okuyucular için kitabın derinliğini sınırlayabilir. Ancak, Varda’nın etkisini tüm metne yaymayı başaran bu anlatı, bir sinemacının içsel yolculuğunu anlamaya çalışan okurlara ilham veriyor.
Ece Ger ile Varda’nın sinemasına olan sevgisini, kitabın yazım sürecini ve tanışamamanın getirdiği keşiflerini ve Jim’le Tanışmak belgeseliyle dünya çapında kazandığı başarıyı konuştuk.
Nasıl Oldu da Agnes Varda'yla Tanışamadım bir tanışamama hikayesi. Bu tanışamama durumu, Varda ile zihninde kurduğun hayali diyalogları ve onunla olan bağını güçlendirdi mi? Tanışmamış olmanın yarattığı o boşluk, Varda’ya duyduğun hayranlığı derinleştiriyor mu?
Peki tanışmama mı tanışamama mı hikayesi mi? Agnes Varda'nın filmlerinde insanlara olan ilgisi ve onların sıradan ama özel anlarını yakalama çabası vardır. Senin kitabında da Varda'ya bir “yaklaşamama” hali var. Büyülü dünyanın bozulmaması için kendini sabote etmiş olmuş olabilir misin?
Bu bir tanışamama, aynı zamanda bir keşif hikayesi. Her karşılaşma, Paris’in gizli kapıları, sinema ve şehir ilişkisi bu keşfin bir parçası. Bir sinema öğrencisinin, bir sinema dehasının yamacına doğru giden yolculuğu. Büyülü bir dünyadan ziyade sizin de sözünü ettiğiniz sıradanın içindeki kendine has ve özel olanın peşinde bir hikaye.
“Bellek üzerinde yorum yapacak kadar yetkin hissetmediğim bir alan”
Varda'nın filmlerinde sıkça karşımıza çıkan zaman ve bellek kavramları, senin kitabında da belirgin bir tema olarak öne çıkıyor. Zamanın kaçınılmazlığı ve belleğin hatırlayış biçimi üzerine düşüncelerin nedir? Bu temalar senin hayatında nasıl yankı buldu?
Zaman deyince ilk aklıma gelen yolculuk oluyor. Aslında her anın içinde bir taraftan da bir zaman yolculuğundayız. Geçmiş ve geleceğin anbean birbirini takip ettiği bir şimdiki zamanın içinde, uyanık olmadığımız müddetçe elden kayıp giden, bazı aşamalarda donup kalan, anlamlı bulduğumuz bir halin içinde ise adeta bize bir müddet izin verecek kadar insaflı olan bir nehir gibi zaman. Bellek ise üzerinde yorum yapacak kadar yetkin hissetmediğim bir alan. Yaklaşık on senedir rüyalarımı ve bazı anları yazıyorum. Yazdıklarıma çok nadir dönüp baksam da özellikle seneler önce gördüğüm bir rüyanın bugünkü bir anımla bağlantısı olduğunu görmek bana bellekle ilgili çok kafa karıştırıcı ama aynı zamanda da çok aydınlatıcı bir ışık yakıyor. Hatırlayış biçimiyle ilgili ise paylaşabileceğim şöyle bir detay var. Görsel olan ve üzerimde etkisi olmuş her şey hafızama neredeyse kazınıyor. Yolları, bir kez gittiğim bir yeri, bir yüzü genelde unutmazken, isimleri, anlatılanları, okuduklarımı hatırlamakta görece daha çok zorlanıyorum.
Peki Agnes Varda’nın sinemasının en çarpıcı yanları neler sence? Hangi filmleri seni en çok etkiledi?
Daguerréotypes, Les glaneurs et la glaneuse, Les glaneurs et la glaneuse... deux ans après, Mur Murs, Les plages d'Agnès, Oncle Yanco, Agnès de ci de là Varda, Varda par Agnès, Salut Les Cubains… Agnès Varda’nın sinemasının bana göre en çarpıcı yanı, hayatın derinliğini, renkleri ve çeşitliliği, dünyanın işleyişini, sistemin getirdiklerini ve eksik kaldığı yönleri, üzerinde fazla yorum yapmaya gerek bırakmadan, günün en sıradan saatinde ve en sıradanmış gibi görünen insanların etrafında ördüğü hikayelerle yorumlaması, aktarması ve bu hikayeleri ve insanları sinemasının etrafında eşsiz kılması.
“Bana göre hikâye olması gerektiği yere vardı”
Kitap, bir sonuca ya da belirgin bir amaca ulaşmıyor, tıpkı Varda’nın filmlerinde olduğu gibi. Senin anlatında bu sonuca ulaşamama ya da bir yere varmama hali nasıl bir özgürlük alanı sağladı?
Yolculuk başladığı yerde bitiyor. Ben de yazmaya sondan başladığım için, aslında hiçbir yere varıp varmadığı üzerine düşünmedim. Çünkü bana göre hikâye olması gerektiği yere vardı ve orada da sonlandı. Hatta oradan başladı. Burada kendime bir kısıtlama getirmemiş olmak bana yazım sürecinde sonsuz bir oyun ve özgürlük alanı sağladı. Amaç sizin de söylediğiniz gibi bir yere ulaşmak değil, yol almış olmaktı. Yolun üzerindeki mihenk taşlarına odaklanmak, tıpkı hava koşullarının bir kaya veya ağaç üzerindeki etkisini, kabuğundaki izlerden okumaya/anlamaya çalışmak gibiydi.
Sıkı bir Varda hayranı olarak sormak istiyorum. Varda’nın film yapımında, günlük hayatta gözden kaçan küçük detaylara odaklanma yeteneği dikkat çeker. Satır aralarında senin de böylesine sıradan detaylara odaklandığın bölümler var. Hayatı anlatmak, detaylardan mı geçiyor sence?
Kesinlikle! Günlük hayatta da etrafımı, olup biteni algılayışım detaylar üzerinden oluyor sanırım. Bir puzzle’ın parçası gibi bu detaylar. Onların bir araya gelmesiyle resmin kendisi daha görünür oluyor.
Varda'nın sinemasında kadınlar ve onların gündelik yaşantıları da önemli bir yer tutar. Senin kitabında da, onun kadınlara dair duyarlılığına bir selam verildiğini hissettim. Bu bağlamda, Varda'nın feminist bakış açısı ve kadınların sinema dünyasındaki yeri senin anlatında nasıl bir rol oynadı?
Bu açıdan hiç düşünmemiştim. Anlatımımda bir rol oynamış mıdır bilmiyorum ama Agnès Varda’yla feminist ideoloji konusunda aynı yerde durduğum hissinin geçmiş olması kitapla ilgili duyduğum en güzel yorumlardan biri sanırım. Teşekkür ederim.
Bir noktada ‘çok geç’ temasına değinip, Gilles Deleuze’e atıfta bulunuyorsun. Zamanın geçip gitmesi ve geriye dönüp bazı şeyleri düzeltme ya da değiştirme arzusunu ele alıyorsun. Bu ‘çok geç’ kavramı, hikâyende ve nasıl bir ağırlık taşıyor?
Aslında bu kavram hikâyeme hafiflik getiriyor diyebilirim. Çünkü kitabın en başında da alıntıladığım gibi Deleuze’e göre çok-geç kavramı, zamanda meydana gelen bir kaza değil, bizzat zamanın bir boyutudur. Üzerinde etkimizin olmadığı bir zaman akışının içinde bir şeyleri değiştirip düzeltmemizin de mümkün olamayacağı gerçeği kendiliğinden bir hafiflik getiriyor sanki.
Yıllarca rastgele insanlarla yemek paylaşan Jim Haynes’in özgürlükçü yaşamını konu alan, Meeting Jim belgeselin, birçok uluslararası festivalde gösterildi ve ödüller kazandı. BBC’de yayınlandıktan sonra da büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu belgeselin seni dünya çapında farklı izleyicilerle buluşturması, neler hissettirdi?
Muhteşem bir histi! Farklı ülkelerde Jim’in dünyasının farklı seyirci grupları üzerindeki etkisini gözlemlemek unutulmaz bir deneyimdi benim için. Jim’in insanları bir araya getirme sevgisi filmin yolculuğuyla da devam etmiş oldu. Örneğin 18 ve 19 Ekim tarihlerinde ODTÜ ve Goethe Institut’te gösterimlerimiz gerçekleşti.
Şimdi sırada ne var?
Birkaç film fikri üzerine çalışmaya başladım. Şimdilik araştırma sürecindeyim.
Nasıl Oldu da Agnes Varda'yla Tanışamadım / Ece Ger / Pan Yayıncılık / Sinema / 216 Sayfa
Ebru D. Dedeoğlu, gazeteoksijen.com, 31 Ekim 2024