Reşya ve Ronya'nın Romanı: Soğuk Ses

"belki bir bahçeye çıkacak ve okumayı öğrenmiş olarak ‘hayatın kollarında’ akacağız, kimbilir."* 

Soğuk Ses” mavi neşe’nin ikinci kitabı. ilki “kar beyrut kar” çok farklı seslerin içinde olduğu bir öykü kitabıydı. onu okurken o öykülerin birkaçının romana dönüşebileceği duygusu uyanmıştı. latife tekin’in özellikle ilk romanlarının tarzına yaklaşan yanlar vardı; farklı gözle farklı yerden bakma ve ifade ediş, özgürce yazma, her yere ulaşabilecek çağrışımlarla okurken metnin kendisini yeniden, yeniden yaratması, dil, söylem, biçem de bu benzerliği çoğaltan diğer yanlardı. aslında “kar beyrut kar”ı okuduğum sırada uzun süredir çalıştığı bir romanın olduğunu da biliyordum. ama “soğuk ses” çok sonra yayınlandı. onu da çelişik, çatışık duygular içinde okudum. hem içeride hem dışarıda, geçen bir romandı ama romanın evreni bir “ev”in, “kapalı” bir mekanın insana verdiği duyguları anlatır gibi akıyordu.

bir yandan da, bir tür “tiyatro metni” gibiydi. “farklı sahne”ler de sanki hiç bir şey olmuyormuş gibi anlatılan ama içi “şiddet ve acı” dolu bir durum anlatılıyordu.

kolayca tahmin edilebileceği gibi bu şiddet ve acının mağduru “kadın”lardı bu romanda da. yanımızda yöremizde yaşayan kadınlar ya da onlara benzer kadınlar... hatta “çocuk” kadınlar...

gazetelerin üçüncü sayfalarında yalnız okuduğumuz gün içinde, o da bir anlığına “haberdar” olup sonra unuttuğumuz insanların yaşadığı “acı ve acıtan” şiddet...

dediğim gibi romanın tümü gerek “mekânsal özellikleri”, gerek kurgu ve düzenlenişi, içindeki prologlar, epiloglarla sanki ilk anda “absürd” bir tiyatroymuş gibi gelen, ama derinine dalıp içine girdikçe okuru hem saran, hem de bir “merak”ın girdabına çeken oyun, ya da televizyonda izlediğimiz bir gerçek mi, kurmaca mı olduğunu bilmediğimiz bir film gibi..

adından da anlaşılacağı gibi “sesler” var romanda, hatta “sesin romanı”; iç sesler, dış sesler, çelişik sesler, üstüste binen sesler, hatta sessizlik de...

hepsi metnin içinde yeri sırası geldiğinde görünüyor ve kayboluyor. ama o “kahraman”ların hepsinin ortak bir özelliği daha var: “varla yok” arası olmaları...

bir roman yazarıyla romanı üzerine söyleşi yapmanın çok kolay olmayacağını bildiğim halde mavi neşe’ye bunu önerdim ve kabul etti.

işte konuştuklarımız...

yazmak sence ne? insan neden yazar, sen neden yazıyorsun?

yazmak dünyaya veyahut yaşama bir iade-i ziyarettir... bana kalırsa bir çok başka sebebi de olabileceği gibi, yazma eylemi insan olmaya doğru atılmış nice eylemden biridir, insan olmak için yazar benim sevdiğim yazarlar. insan doğduğumuz değil olduğumuz, olma ihtimalimizin olduğu, zaman zaman olduğumuz, zaman zaman kaydığımız bir oluş halidir ve bu hale eyleyerek yaklaşır yahut uzaklaşır veya bazen ondan düşer ya da düşürülürüz.

ben de insan olmaya çalışıyorum, hiç olmadı kalmaya, kısmen de olsa kendimi insanlığın ‘araf’ında tutmaya çalıştığım için yazıyorum. yani zorunda olduğum, mecbur olduğum için yazıyorum. her iki kitabım da zorunluluktan yazılmış, yazmak zorunda olduğum için yazdığım ve yazılmış kitaplar.

yazının yaşamın içindeki yeri ne, insan neleri yazar?

sözün, kelimenin gözden de kulaktan da düştüğünü hep düşmüş olduğunu, beşerin tarihine baktığımızda görüyor ve bugün içinde olduğumuz yaşamda da her an deneyimliyoruz. kocaman ve güzel hayatın içinde yazı çok şey ifade etmeyebilir çünkü o güzel hayatı okumaya başladığımızda, okuyabildiğimizde belki insanın tarihi başlamış olacak ve de tarih olmayacak. ancak “yaşam” dar ve

yazma eylemi onu genişletmek ve temizlemek için bir hamle, bu kusurlu, miyop, hipermetrop, astigmat olan gözümüzle yaptığımız. yaşam dediğimiz bu kusurlu pratikler bütününü kusurlu gözlerle temizlemeye çalışmaktır yazmak. hayat için hiçbir şey ama yaşam için değerli bir çaba. sonunda belki bir bahçeye çıkacak ve okumayı öğrenmiş olarak “hayatın kollarında” akacağız, kim bilir. yazmayacağız o vakit, hayatın defterinden gözümüzü alamayacağız, onu okudukça çoğalacağız. homo sapiens her şeyi yazabilir, yazmayı isteyebilir, deneyebilir. yapıyor da.

yaşamda iyiler ve kötüler var. hepsi mutlak “iyi” ya da “kötü” değil belki ama sen hangisini yazmayı yeğliyorsun.

iyilik hakkında henüz yazmadım, her iki kitabım da kötülük hakkında, karanlık hakkında ve rezalet hakkında...

romanının adı “soğuk ses”... neden “ses”, neden “soğuk ses”?

çünkü “soğuk” yokluğun karakteridir, yokluk soğuktur, hayatın olmadığı yerdir. hayatın dondurulduğu veyahut varlığın olmadığı, askıya alındığı yer soğuktur. “soğuk ses”, duyulmayan sestir! ses, tutsakların elindeki tek hamledir yaşama. en beter kabuslarda sesinizin çıkamayacağını bilseniz de bağırırsınız, demek ki sesin bir kıymeti olduğuna inanıyoruz?

“kadın sesi”nin bir farklılığı var mı sence? kadınların duydukları, hissettikleri sesler daha farklı mı?

“neden farkı var mı” deyip, devam etmek istiyorum. klişeden, normdan, sığlıktan, dogmadan farklı olma olasılığı, başka sesler duyduğu, başka yerlerde yaşadığı için daha yüksektir bence. dışarıda kadri bilinen bunca sesin kadınlardan çalınmamış olduğunu nerden biliyoruz ki?

“soğuk ses”in bir değil birçok derdi var. yaşamda herkesin yaşadığı, karşılaştığı dertler. ama aslında o dertler bir kişinin kendiyle derdine dönüşmüş. yazdığın dertler aynı zamanda kişisel dertlerin mi?

“soğuk ses” dertle yazılmış bir kitap, çok büyük bir dertle, kitaptaki her hikaye gündelik hayattan ve gazetelerden alınmıştır tek birini dahi ben kurmadım. ama hepsi benim derdim. hepsi “sebzeci arifenin”, “barcı kerimenin”, “kapıcı latifenin”, “temizlikçi neşenin”, “tavuk adaletin”, “doktor nezaketin” ve “reşya ışığın” derdi.

ben bir kadınım, erkekler bana bunu belletti, sen bir kadınsın, yeryüzünü baştanbaşa yürüyorum, adım pippa bacca ve kenya’dan türkiye’ye, türkiye’den amerika’ya her yerde tecavüze uğruyor ve öldürülüyorum. ben çocukluğu kafeslenmiş bir katilim. derdim dünyada dolaşıyor ve sahibini arıyor. bunlar kişisel mi?

karanlık ülkesi - ışık ülkesi

"Güzel isimler koyan bir şair varmış. Kızının adını Ronya koymuş, Ronya'nın ne olduğunu sormuş bizimki, şair 'ışık ülkesi' demiş, o zaman burası da 'karanlık ülkesi' olsun demiş Barcı ve siyahın ne olduğunu sormuş, şair söyleyince, bizimki kaptığı gibi boyayı hadi kapıya 'reşya' yaz demiş. Şair, ama o zaman anlamı siyah ülkesi olur, dese de dinletememiş, Barcı kapıya 'Reşya' yazdırmış, soranlara da 'karanlık ülkesi' diyor"dedi bira ısmarladığım kadının yanındaki, selamımı sadece gözleriyle alan genç kadın. Tüm bunları bara gözlerinden bir ışık göndermeye çalışır gibi, gözlerini kırpmadan, muhatabı ilerde bir yerdeymiş gibi bakarak söyledi, sanki cümlelerini kaçınılmaz olarak duyuyorduk. Gözlerimi cümlesini bitirdikten sonra daha ondan ayıramadım. Bana bakmadı bile. Ben de bir an kafamı çevirip bara göz attım. Karanlık ülkesini ve barcı kadını düşündüm, kim bilir nasıl bir

hikâyesi vardı. Hakkında bir şey öğrenmek istemiyordum, bu kadarı az değildi, sustum, şimdilik karşımdaki kadınlar hakkında bir şey bilmek istemiyordum, ama Reşya'yı tanıyan biri çıksın istiyordum yine de.

Sayfa:36-37

romanının sonunda attığın iki tarihin arasında “7” yıl var. roman gerçekten bu sürede mi yazıldı? nasıl yazıyorsun? romanın yazım sürecinden de söz eder misin?

yayınevlerine gönderdiğim ilk metin iki yılda günde ondört saat yani tüm gün çalışarak yazdığım bir metindi, ağır bir mesaiydi. iki buçuk ya da üç yıl yayıncı aradım, çok bezdirici ve sıkıntılı bir süreçti ve ama öğreticiydi. sonra pan yayıncılık bir vaha gibi çıktı karşıma. ama metnin yeniden elden geçmesi gerekiyordu; ışık abla telefon ederek bunu söylediğinde duymak istediğim şeyin bu olduğunu, ama bunu söyleyecek kişiyi aradığımı söyledim. “o benim işte” dedi. tekrar çalıştım, bazen yapmak istemedim, içimden gelmedi, metnin dengesi değişti, yeni bölümler yazdım ve bu süreçte iki sene galiba. evet yedi yıl oldu! “nasıl” kısmı öyle zor ki, anlatmam mümkün değil. her iki kitabım da sanki içim deşilerek çıkarılmış metinler, borçlarımdı onlar, ödemek için elimden geleni yaptım, hakkı yenmiş olanlar için ikisi de. durup karanlığa bakmak, içinde ışıksız kalmak, yolsuz kalmak veya ona cılız bir ışıkla bakmak çok zor. baktım işte, hepsi bu.

bir de profesyonel bir mesleğin var: eczacısın. ilaçlarla uğraşmak, insanların derdine deva bulmak ya da vermek, yazarken de bir koşullandırmaya yol açıyor mu? yazarken mesleki alışkanlıklar, tutum ve davranışlar etkiledi mi?

eczaneme gelen insanların yüzde doksanından daha fazlası mutsuz ve birinin onları dinlemesine şiddetle ihtiyaçları var. ben de bir dokunup bin ah işitiyorum. o kısa dokunuşların nasıl acayip yol alışlar yarattığını görmek hem yorucu ve sevindirici hem de memleketin yoksulluğuna her an tanıklık etmek zor. içimden sıcak bir ses çıkamayacak olduğunda kimseye bakmamaya çalışıyorum. ve aslında kitapta altı çizilmiş öneriler veya kesin bir reçete olmadığını düşünseniz de tanıların açık olduğunu okur görecektir. yuvaya, gerçekten hepimizin olan bir yuvaya giden kısa bir yol yok ve az veya çok hepimiz hastayız.

“soğuk ses”in bir tür “kara kitap”, ya da “kara roman” gibi de okunabileceğini hissettim düşünürken. sence de öyle mi?

evet, “soğuk ses”, derdi, biçimi, dili, tonu ve kehanetiyle bir kara kitap sanırım.

bu sorum da doğrudan benim ilgi alanımla ilgili: romanın başına rilke’nin “cüzzamlının şarkısı”nı koymuşsun. bu ilgi ya da çağrışım neden? mavi neşe için “cüzzam” ne? “cüzzamlı” kim?

sayın ahmet cemal’e ve tüm diğer çevirmenlere o harika şiirleri bize armağan ettikleri için şükran doluyum. “cüzzamlının şarkısı”nı okumamış olsam çok yoksul olacaktım. o şiirin kitabın “ev” bölümünün epigrafı olacağı daha en baştan belliydi. o şiir tek başına çok uzun bir tarihi ve oluş halini tarihin yazmadığı bir şekilde duyuruyor.

 

* kürtçe'de “reşya” karanlık ülkesi, “ronya” ise ışık-aydınlık ülkesi anlamına geliyor.

** Fotoğraf: Sevil Keleş

*** Cüzzamlının Şarkısı

Bak ve gör, terk edilmiş biriyim ben.
Adımı bilen dahi yok bu kentte,
bir illete yakalanmışım, adına cüzzam denen.
Vuruyorum elimdeki tahtaları birbirine,
duyuruyorum bu hüzünlü işareti
yakınımdan geçip giden herkese.

Ve duyanlar bu tahta seslerini,
dönüp bakmıyorlar bile, istemiyorlar
öğrenmek, burada olup bitenleri.

Evimde sayılırım çıktığı sürece
tahtalarımın sesi; ama belki de
bu sesleri öyle güçlü kılarsın ki,
şimdi yaklaşmaya korkanların hiçbiri
cesaret edemez uzağımdan bile geçmeye.
Ben de çok uzun yol gidebilirim böylece,
ne bir kızla, kadınla ya da erkekle
karşılaşmadan, ne de bir çocukla.
Hayvanları ise salmak istemem korkuya.

- Rainer Maria Rilke (Türkçesi: Ahmet Cemal)

Mustafa Sütlaş

İstanbul Lepra Hastanesi “Lepra kontrol çalışmaları” yürüttü. 2006’da 25 yıl 7 ay süreyle fiili devlet hizmetimi tamamladı ve emekli oldu. Cüzzamla Savaş Derneği'nde Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile İstanbul Tabip Odası (İTO), Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği’nde (HAYAD) çalıştı. "Hasta ve Hasta Yakını Hakları" adlı bir kitabı Çiviyazıları Yayınevi tarafından 2000’nde yayınlandı. Sütlaş kuruluşundan itibaren bianet’te başka sağlık olmak üzere birçok konuda köşe yazıları kaleme alıyor ve haberlere imza atıyor. 2003’te TTB “Köşe Yazıları” adıyla yazılarını kitaplaştırdı.

*https://bianet.org/biamag/sanat/151858-resya-ve-ronya-nin-romani-soguk-ses

 Soğuk Ses kitabını incelemek için tıklayın.

Kapat